06 Aug
06Aug

‘’Olayı anlat’’ dendiğinde sabah kahvaltıda ne yediğini anlatarak başlayanlar, bir topluluğa girdiğinde bir dakikalığına susarsa buharlaşıp yok olacağına inananlar, karşısındakine soru sorup kendi yanıtlayanlar, kalabalık ortamlarda bağıra bağıra konuşanlar, sosyal medyada yazmaya doyamayanlar… 

Haydi itiraf edelim, ara sıra bile olsa hepimiz yapıyoruz bu tuhaflıkları. Çevremizdeki insanları dar alanlarda çaresiz bıraktığımız, ve hatta kendi sesimizden bıktığımız zamanlar oluyor, istemeden de olsa. Tabii ki yapacağız. Çünkü anlaşılmak, en temel duygusal ihtiyaçlarımızdan biri. Ne mutlu kendini anlatabilene ve tabii anlaşılabilene. 

Burada asıl soru şu: Anlatmaya harcadığımız zaman ve enerjinin yarısını anlamaya harcasaydık, dünya nasıl bir yer olurdu?  

Herkes anlatmakla bu kadar meşgulken kim dinleyecek, kim anlayacak? Nasıl anlaşılacağız? Daha da önemlisi, nasıl anlaşacağız? 

Dünya üzerindeki kafa sayısının 8 milyarı zorladığı, üstelik her kafadan artık bir değil, bin sesin çıktığı bugünlerde, havadaki kakofoni de iyice artmış durumda. Kendi çevremizle yetinmeyip, teknolojiden aldığımız güç ve cesaretle, olabildiğince uzağa, yetebildiğince yüksek perdeden duyurmaya çalışıyoruz sesimizi. Kendi duyurduğumuz sesle de tatmin olmayıp, yandaş arıyoruz kendimize; kimse susmasın, herkes konuşsun, herkes birilerinden yana ve birilerine karşı olsun istiyoruz. Dünyanın öbür ucuna laf yetiştiriyoruz hiç sakınmadan. Akıllı (!) telefonu elimize almaya bakıyor, içimizde biriktirdiğimiz ne varsa bir lahzada kusmamız. Birkaç dakika içinde hiç tanımadığımız, gerçek olup olmadığını bile bilmediğimiz kişilerle arkadaş ya da düşman oluyor, örgütleniyor, doğruluğundan emin olmadığımız onlarca bilgiyi yüzlerce insana yayıyor, toplumları ayağa kaldırıyor, tarihi yeniden yazıyor, dünyayı kurtarıyoruz. Don Kişot misali çarpışıyoruz yel değirmenleriyle, kendimizi önemli ve değerli hissetmek adına. Sosyal medyanın birkaç cümlelik kotaları yetmiyor derdimizi anlatmaya; sınırları genişletmenin yolları arıyor, ardışık numaralı ‘’flood’’lardan medet umuyor, bir fotoğraf ahvalimizi yeterince anlatamazmış gibi altına da onlarca kelimelik açıklamalar yazıyoruz. Her yaptığımızı, yaşadığımızı, hissettiğimizi anlatıyor, anlaşılmayınca tekrar anlatıyor, yanlış anlaşılınca tekrar tekrar anlatıyor, anlatmaktan hiçbir koşulda vazgeçmiyoruz.  

Uzun lafın kısası, her zamankinden daha çok konuşuyoruz! Ama hala anlaşamıyoruz! 

E hani insanlar konuşa konuşa anlaşırdı? 

Konuşarak anlaşacağız elbette. Ama anlamayı, dinlemeyi bir kenara bırakıp sadece konuştuğumuzda, gerçek bir anlaşmanın mümkün olmayacağı da aşikar. 

Peki anlaşmak için ne yapmak gerek? 

Öncelikle neyi, neden anlatmak istediğini bilmek gerek. Deyim yerindeyse, her hıyarım var diyene, eline tuz alıp koşmamak, durulan ve varılmak istenen yeri, varoluş amacını ve kendini bilmek gerek.

Herkesin her konuda bilgi sahibi olamayacağını anlamak, yeterince bilgi sahibi olmadan konuşmanın kendimizi ve karşımızdakini yormaktan başka bir işe yaramayacağını kavramak, daha çok öğrenmek, anlamak için çaba sarf etmek gerek. 

İnsanları can kulağıyla dinlemek gerek. Ne yanıt vereceğini düşünerek değil, anlamaya çalışarak dinlemek gerek. Sakince, telaşa kapılmadan, düşünerek yanıt vermek gerek. 

Bazen susmak, sükunetin ve getirdiği kafa rahatlığının keyfine varmak, duyduğunu, gördüğünü iyice hazmetmek için küçük molalar vermek gerek. 

Herkese kendini anlatmayı bırakıp, insanların ancak anlamak istediklerinde ve anlamak istedikleri kadar anlayabileceklerini bilerek, halinle, tavrınla, olaylar ve insanlar karşısındaki tutumunla, hayattaki duruşunla kendini ifade etmeyi öğrenmek gerek. 

Bir de kendine sormak gerek: Neden bu kadar çok kendimi anlatma ihtiyacı içindeyim? Çocukken kendimi kime anlatamadım? Kim beni sürekli kendimi savunmaya itti? En çok kime kendimi anlatmak isterdim? 

Biliyor musunuz ki, kendini anlatma ihtiyacı yüksek olan ve başkalarını dinlemeyen insanlar, genellikle ebeveynleri tarafından anlaşılmamış, çevresindekiler tarafından duygularına ve düşüncelerine kulak verilmemiş, dikkate alınmamış insanlar? 

Sizin de geçmişte kendinizi anlatamadığınız zamanlar oldu mu? Çaresizce anlaşılmak için çabaladığınız, bazen sözleri bırakıp davranışlarınızla dikkat çekmeye çalıştığınız, bu yüzden kendinize ya da başkalarına zarar verdiğiniz zamanlar oldu mu? Annenizin dikkatini çekmek için komşunun çocuğunu dövdünüz mü mesela? Daha çok ilgi gördüğü için kardeşinizi deli gibi kıskandınız mı hiç? Ya da babanızla bir göz teması için kıvrandığınız, ilgi görmek adına türlü yaramazlıklar yaptığınız anlarınız var mı geçmişinizde? Belki de, küçücük de olsa bir ilgi gösterebilecek kimse yoktu etrafınızda? 

İşte hayatın içinde, özellikle de ilişkilerimizde en çok zorlandığımız anlar, mutluluğumuzu, özgüvenimizi ve öz değerimizi mühürleyip derinlere hapseden, ruhumuzu geçmişe demirleyen, her yüzeye çıktığında içimizdeki çocuğun yaralarını kanatan o anlar aslında. Kendimize yabancılaştığımız, duygularımız üzerindeki kontrolü yitirdiğimiz ve en büyük hataları yaptığımız anlar. Aynı zamanda, farkında olur ve kaçınmak yerine şefkatle kucaklarsak, yaralarımızı  onardığımız ve kendimizi yeniden bulduğumuz anlar. Yeter ki, mührü kırıp, en özel, en değerli duygularımızı derinlerden bulup çıkaracak cesaretimiz olsun. 

Eğer siz de insanlarla ilişkilerinde anlaşılmadığını düşünerek kendini anlatmaya çalışırken yorgun düşenlerdenseniz, bugünden başlayarak, gereğinden fazlasını anlatma çabası içine girdiğiniz ve bitap düştüğünüz anları fark etmeye ve o anlarda daha çok anlatmak, tekrar tekrar anlatmak yerine geri çekilmeye, daha çok sessiz kalmaya ve daha çok dinlemeye niyet edebilirsiniz. Böylece, anlatma ihtiyacınızın en fazla olduğu anlarda bilinçli farkındalığınızla sessiz kalmayı deneyebilir, herkese kendinizi anlatmaya çalışmaktan vazgeçtiğinizde sakinlediğinizi ve rahatladığınızı, daha sağlıklı düşünebildiğinizi ve kimsenin anlayışına ihtiyaç duymaksızın kendinizi daha iyi anladığınızı, öz şefkatin ruhunuza çok daha iyi geldiğini, özgüveninizin ve öz değerinizin arttığını fark edebilirsiniz. Mucizevi bir şekilde, kendinizi daha iyi anladıkça başka insanları da daha iyi anlamaya başladığınızı ve bunun sonucunda çok daha iyi anlaşıldığınızı görerek şaşırabilirsiniz.   

Haydi öyleyse… Daha rahat, daha huzurlu, anladığımız ve anlaşıldığımız bir hayat için… 

Bir, iki, üç, TIP!

Tijen ÖZER

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.