30 May
30May

 

Yirmibirinci yüzyılı sürdüğümüz şu günlerde, her şey baş döndürücü bir hızla gelişiyor.

İşimizi kolaylaştırmak için icat edilen bilgisayarlar, hayatımızın her alanını esir almış durumda. Internete bağlanabilen, her işi yapabilen cep telefonları, tablet bilgisayarlar, dizüstü bilgisayarlar her yerde. İlkokul çocukları bile cep telefonu taşıyor artık, hem de en gelişmişinden. Bir tuşla sanal alemin içinde kaybolmak mümkün. İstenen her türlü bilgi, her istediğimizde ayağımıza geliyor. Ne aradığımızı bilmeden, muazzam bir bilgi kirliliği içinde, sürüklenip gidiyoruz. Artık evlerde, o çığır açan otomatik çamaşır ve bulaşık makineleri, ilkel  kabul ediliyor. Şimdiden daha iyisini, daha gelişmişini istemeye başladık bile,  bundan otuz sene önce annelerimizin elde bulaşık yıkadığını, evde merdaneli çamaşır makinelerinin gürültüsünden durulmadığını unutarak. Kendi kendine çorba yapan makineler, ekmek yapan makineler, kesiciler, doğrayıcılar, karıştırıcılar sardı her yanımızı. Bunlara sahip olmamak çağdışılık sayılıyor şimdi. Binaların bile çehresi değişmeye başladı. Her türlü mimari akrobasinin denendiği konulu binalar sardı her yanımızı. Ne olduğu, hangi zevke hitap ettiği, ya da hangi ihtiyacı karşıladığı önemli değil, yeter ki görsel olarak üstün olsun; insanlar artık sadece sergileyebilecekleri üstünlüklerin peşinde çünkü. O kadar hızlı tüketiyoruz ki her şeyi, birini deneyemeden, bir diğeri çıkıyor karşımıza. Reklamlar, reklamlar, reklamlar…Evde, işte, yolda, her yerde reklamlar. Tüketim çılgınlığı, tüketip atma isteği diz boyu!

Bu hızın ıskaladığı çok önemli bir şey var: Duygular! İnsanoğlu henüz, dünyanın teknoloji değil, duygular üzerinde durduğunu kavrayamadı. Dünyanın gidişine yön veren en önemli kararlar, savaşlar, kapitalizm, sömürgecilik, vahşi tüketim çılgınlığı, hep üstün gelme çabasının, alt etme isteğinin, önemli olma arzusunun sonuçları değil mi? Hepsinde insanoğlunun egosu başrolü oynamıyor mu? Hangisinin mantık çerçevesinde alınmış akılcı kararlar olduğunu söyleyebiliriz? Hangisinin manevi sonuçları ve uzun vadede insanlığa getireceği yarar ve zararlar ince ince hesaplanmıştır ? Öyle olsa, bugün olanla ümit edilen arasında bu kadar büyük bir uçurum olur muydu? Öyle olsa bugün hala dünyamızda savaşlar olur muydu?

Geçtiğimiz senelerde, ABD’de, henüz yirmi yaşındaki bir genç, önce annesini evinde öldürdü, sonra da baskın yaptığı bir okulda, yaşları beş ile on arasında değişen çocukları katletti. Ve sonunda kendine sıktı kurşunu, ardında kendisiyle birlikte yirmisekiz ölü bırakarak! Tüm dünya bu gence lanetler yağdırdı, belki annesine de. Olayın sosyolojik boyutları açısından, öncelikle ABD’de, yani medeniyetin, gelişmişliğin beşiği olan ve  süper güç olarak kabul edilen bir ülkede gerçekleşmiş olması, sonra da bu gencin, maddi durumunun ortalamanın üzerinde olması ve gayet iyi bir yaşam sürdürmüş olması düşündürücü. Her iki boyut da, olayın gerçekliğine inanmamızı, ya da kabullenmemizi biraz daha güçleştiriyor; ‘’olsa olsa akıl sağlığı yerinde değildir’’ dedirtiyor, öyle değil mi?  Oysa söz konusu ülkede ve daha pek çok ülkede, kaç çocuğun bu ruh hali içinde olduğunu tespit etmemiz mümkün değil. Makinelere bağımlı kılınan, sanal ilişkilerin yaşandığı, her türlü ilişkinin – anne/baba/çocuk, arkadaş, sevgili v.b.- tuvalet kağıdı gibi buruşturulup atıldığı, her şeyden ve herkesten çok kolay vazgeçilen bir hayatın, insanların maneviyatı ve ruh durumu üzerinde nasıl etkiler yarattığı, henüz kişisel çalışmaların ötesinde bir araştırma ile ortaya konmadı. Teknolojik gelişmelerin ve ne yönde olduğu kestirilemeyen ‘’ilerlemenin’’, insanları sadece ve sadece mutlu edebileceği varsayılıyor; mutluluk zannedilen şeyin sadece anlık tatminler olduğu dikkate alınmıyor.

Yirmi yaşındaki katil gence dönersek, ki o da henüz bir çocuktu, merak ediyorum acaba günde kaç saat ailesiyle ve arkadaşlarıyla vakit geçiriyordu ? Acaba sosyal iletişim ağları üzerinden yaşadığı sanal arkadaşlıklar-eğer varsa- dışında gerçek bir arkadaşı, sırdaşı var mıydı? Herkesin kendini sadece olmak istediği kişi gibi gösterdiği sanal alemde kendini nasıl gösteriyor, nasıl bir portre çiziyordu dış dünyaya karşı? Özlemleri, korkuları, pişmanlıkları nelerdi? En çok ne yapmak isterdi bu hayatta ve neden umutsuzluğa kapıldı bir anda (en çok istediği şeyin bir katil olmak olduğunu zannetmiyorum) ? Annesinin çalıştığı okula baskın düzenlemesinin sebebi acaba annesine olan kızgınlığı mıydı? Annesinin kendisinden çok o öldürdüğü çocuklarla vakit geçirmesi ya da onlarla daha çok ilgilenmesi miydi?

Çocukların dünyalarına kuşbakışı bakınca ne görüyoruz?Rekabetle, tüketimle, makinelerle, internetle örülmüş bir ağ içinde hapsolmuş, o ağın içinden çıkmayı bir an bile düşünmeyen (çünkü ağ dışındaki yaşamın nasıl bir yaşam olduğunu dahi bilmiyorlar), her geçen gün kendisi olmaktan hızla uzaklaşıp, önüne konan prototipe benzemek için çabalayan, ancak bu şekilde aidiyet ihtiyacını tatmin edebilen, edindiği çok çeşitli fakat yarım yamalak, hiçbir derinliği ve altyapısı olmayan bilgilerle kendini akıllı addeden, aile ilişkilerinden giderek daha fazla soyutlanan, aile içi paylaşımları, birlikte yapılan gezileri demode sayan, kendi iç dünyasındaki zenginliğin, ilgi alanlarının, yeteneklerinin farkında olmayan, aktivite zenginliği içinde duygu ve düşünce fakiri olan, kalabalıklar içindeki yalnız çocuklar! Aileleri tarafından, bütün bu sayılanlarla ilgilendiği ve bu çemberin içinde yer aldığı sürece normal kabul edilen ve dokunulmayan, sorgulanmayan çocuklar! Maddi kazançlar üzerine temellenmiş yapay hayatlar yaşayan çocuklar!

İnsanı ayakta tutan, her şeyden önce kendine olan inancıdır. İnsanın kendine inanması ise, ancak kendini tanıması, iyi yönlerini bilmesi ve koruması, hatalarıyla kendini kabul etmesi, kendine şefkat göstermesi,  kendi hayat yolunda, kendine iyi gelecek bir yaşam kurması ile mümkündür. Bu da duygulardan geçen bir yoldur. İnsanın kendisine dair hissettikleri, dış dünyaya karşı hissettiklerini belirler. İşte bu yüzden kendine inanmayan, kendisini tanımayan ve sevmeyen, kendini olduğu gibi kabul edemeyen insan, dış dünyayı ve diğer insanları da kolay kolay kabul edemeyecek, öfke dolu olacaktır. İç dünyasındaki zaafları korkulara dönüşecek, bir süre sonra da korkuları onu yönetmeye başlayacaktır. Bu insan, manevi dünyasının kontrolünü tamamen yitirdiğinde ve korkularına esir olduğunda ise ruh hastası, katil, diktatör v.b. kimliklerle karşımıza çıkacaktır.

İşte bu yüzden, huzur ve barış dolu bir dünyaya,  insanı hislerinden uzaklaştırarak makinelerle sarmalamak suretiyle değil, ancak hislerine olabildiğince yaklaştırarak ve sevmeyi öğreterek ulaşılabilir. Medeniyetin duygularla desteklenmediği bir dünyada, bir süre sonra bu ‘’çok dişli canavar’’, insanoğlunu acımasızca çiğneyip tükürerek, geride hiçbir işe yaramayan posalar bırakacaktır.

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.