“Vejetaryen”, Nobel Edebiyat ödüllü yazarı Han Kang’ın, önceden yazıp daha sonra genişleterek birleştirdiği üç ayrı öyküden oluşan, 2016 Uluslararası Man Booker ödüllü, çok katmanlı ve derinlikli bir roman. Bu yönüyle farklı bir biçim de sunuyor. Tıpkı farklı hayatlar gibi, gerek içerik, gerekse üslup bakımından birbirinden kopuk gibi görünen hikayeler ve karakterler, bütüne bakıldığında “ruhsal arayışlar” zemininde birleşiyor ve tıpkı birbirinin kilidini açan anahtarlar gibi, biri olmadan diğerinin anlamsız olduğu, birinin ancak diğerinin merceğinden kendini görebildiği bir kurgu ile okuru çokça çalıştırıyor. Vejetaryenlik üzerinden toplumsal rolleri reddedişi işlerken, kahramanın kişisel seçimi etrafında yeniden şekillenen ilişkilere ve iç hesaplaşmalara da ayna tutuyor. Ataerkil toplumun birey üzerindeki etkilerini yeniden sorgulatıyor, bir yandan da kadının toplum içindeki yerine dair ciddi bir farkındalık yaratıyor.
Hikayenin esin kaynağı, Koreli şair Yi Sang’ın bir dizesi: “I believe that humans should be plants.” Yani, “Ben, insanların bitki olması gerektiğine inanıyorum.” Han Kang, Japon işgali altındaki Kore’de yaşananlara karşı savunmacı duruşu ifade eden bu dizeden ilham alarak Moğol Lekesi isimli öyküyü yazıyor ve öykü, Yi Sang edebiyat ödülünü alıyor. Romanın ikinci bölümünü oluşturan öykü, içerdiği estetik unsurlarla gerçekten de güçlü bir imgeleme imkanı veriyor çalışkan zihinlere.
“Her şey mükemmeldi. Hayal ettiği gibiydi. Kadının doğum lekesi üzerine vücudundaki kırmızı çiçeğin bir kapanıp bir açılışı tekrar etti ve penisi kocaman bir çiçek organı gibi kadının içinde gidip geldi. Bir ürperti hissetti. Bu, dünyanın en çirkin, aynı zamanda en güzel imgesinin dehşet verici şekilde birleşmesiydi.”
Kitap, The New York Times Book Review tarafından, 2016’nın en iyi 10 kitabından biri seçilmiş. 2024 yılında da, yine New York Times tarafından, 21. Yüzyılın en iyi 100 kitabı arasında gösterilmiş. Ayrıca bir de uzun metrajlı filmi çekilmiş. Nobel ödüllü ilk Güney Koreli yazar ve ilk Asyalı kadın yazar ünvanına sahip olan Han Kang, şiirsel dili ve insan ruhuna dokunan derin yazıları ile daha çok ödül alacağa benziyor.
Gelelim romana ve anlattıklarına…
Gördüğü rüyaların etkisiyle aniden vejetaryen olmaya karar veren bir kadının, yakın çevresinde yarattığı etki ile başlayan roman, hiç kuşkusuz, vejetaryenlikten çok daha fazlasını içeriyor. Bireysel bir tercihin, özellikle de tercihi kullanan kişi bir kadınsa, hunharca sorgulandığına tanık oluyoruz toplum tarafından. Başkalarını umursamaktan vazgeçmiş bir kadın korkutuyor insanları. Özellikle de hayatındaki erkekleri. Çünkü kadının başkaldırısı, otorite kaybı, statü kaybı ve nihayetinde başarısızlık demek bir erkek için. Bu başkaldırı için vejeteryanlığın metafor olarak seçilmesi ise oldukça anlamlı. Ataerkil düzende et yemenin erkek olmakla, güçle ilişkilendirildiği bir gerçek. Et yemek ve pişirmek erkeklere yakışır, sebzeler ise daha çok kadının oyun sahasına aittir. Hal böyle olunca da et yemeği reddeden kadın, doğrudan erkek düzenini reddetmektedir.
Diğer yandan, açıkça itiraf edilmese de, kadın için bir erkeğin eşi olmak demek, erkeğin statüsünü sağlamlaştırma ve koruma misyonunu da üstlenmek demek. Kadın, evlenene kadar “kız çocuğu”, evlendikten sonra ise “eş”. Gerçekten bir birey ve kadın olabildiği, kadınlığını dışarıdan müdahale olmadan yaşayabildiği bir süreç ya yok, ya da çok kısa. Bu yüzden, kendisini bulamadan evliliğin kucağına atılan pek çok kadın, ömrü boyunca kendi değerini başkalarının bakışlarında arıyor. Haliyle romandaki kocanın, karısının tercihini bir inatçılık, bir başkaldırı olarak görmesi, onun tamamen kendi içine çekilmesine, sus pus olmasına bile, “az konuşan kadın iyidir” diyerek sesini çıkarmezken, “sutyensiz giyilen tişörtün üzerinden beliren göğüs uçlarına” duyarsız kalamaması da boşuna değil. Bu görüntü, erkeğin yanaklarının kızarmasına yetiyor da artıyor bile!
Kadının cinsel görevleri de unutulmamalı elbette. Koca her şeye razı, yeter ki kadın ona bedenini sunmaya devam etsin. Bunun için zor kullanmaktan bile çekinmiyor.
Ne kadar da tanıdık, değil mi?
Roman, toplumsal normları reddediş adına etkili bir metafor olarak kullanılan vejetaryenlik üzerinden, kişinin, toplumsal koşullandırmaların ve zorbalığa varan dayatmaların dışında kalabilmek ve varlığını koruyabilmek için verdiği mücadeleyi ortaya koyuyor. Hem toplumdaki cinsiyet rollerine, hem ilişkilere hem de aile bağlarına dokunarak, üçü arasındaki simbiyotik ilişkiyi sorgulatıyor. Kahramanı, kendi ağzından değil, etrafındaki diğer kişilerin gözünden anlatarak okuru, çağımızda belki de en ihtiyacımız olan şeye, empati kurmaya zorluyor.
“Yonğhe'ye hissettiği yabancılık kadar, Yonğhe de ona yabancılık hissediyor gibiydi. İnsanda uyandırdığı soğukkanlı izlenimin ötesinde, neredeyse bir ıssızlığın hissedildiği yüz ifadesinin karşısında ne cevap vereceğini bilememişti. Kardeşinin bu halinin kocasının melankolik durumuyla benzer hiçbir yanı yoktu ancak ikisi de kimi yönden aynı şekilde onu hüsrana uğratıyordu. Çünkü ikisi de fazla konuşmazdı.”
Yazar, yanıtsız bıraktığı sorularla okuru düşündürüyor, aynı zamanda çelişkilere sürüklüyor. Asla Yonğhe’nin ağzından duyamıyoruz ne hissettiğini ve ne istediğini. Gerçek hayatta da yaptığımız gibi kendi yargılarımızla anlamaya çalışıyoruz onu. Ya kendini arayan bir ruh olarak görüyoruz, ya da bir deli olarak. Yonğhe’nin neden tam özgürleşecekken bir bitkiye dönüşmek istediğini, Inhe’nin, yaşadığı ihanete rağmen neden kardeşini bırakıp gitmediğini sorguluyoruz. “Kadın bencil mi yoksa sadece kendi alanını mı koruyor?” veya “Eniştenin baldıza yaptığı istismar mı, yoksa gerçekte onu özgürleştirdi mi?” gibi ikilemlere düşüyoruz. Sınırları ve o sınırlar aşıldığında neler olabileceğini tartışırken, kendi sınırlarımıza çarpıp şaşırıyoruz. Metaforlar ve sembollerle bezeli şiirsel diline kapılıp zorlu bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz.
“Başını kaldırıyor. Ambulans Çuksıonğ Dağı'nın çıkışındaki son dönemeçten geçiyor. Siyah bir kuşun kara bulut kümesine doğru uçtuğunu görüyor. Yaydan fırlamış gibi güçlü güneş ışınları gözünü aldığından, bakışları kuşun kanat çırpışını takip edemiyor. Nefesini sessizce içine çekiyor. Cayır cayır yanan yol kenarındaki ağaçlara, saymakla bitmeyecek hayvanlar gibi bedenlerini doğrultup salınan yeşil alevlere dik dik bakıyor. Cevap beklermişçesine. Bir şeylere itiraz edermişçesine. Bakışları karanlık ve ısrarlı.”
Üç ayrı kişinin gözünden ortaya konan bu izlekler bütünü, tıpkı hayatın kendisi gibi karmaşık ve kafa karıştırıcı. Koca toplumsal rollerin sembolü, enişte kalbinin esiri. Abla ise akıl ve kalp arasında gidip gelen bir kayıp ruh. Çoğunlukla duygularını aklı ile bastırmaya çalışan, her zaman iyi ve doğru olmaya koşullanmış biri. Bu büyük çelişkinin içinde yanıp kül olan alev ağacı o. Peki ya Yonğhe? O, alevin ta kendisi. Hem kendisini, hem dokunduklarını yakıyor ama başka seçeneği yok, çünkü alevin yazgısı sönmek değil, yanmayı sürdürmek.
Kısacası kitap okura keyif ve mutluluk vadetmiyor. Tersine, konfor alanından çıkarıyor ve kendisiyle yüzleştiriyor. Okuduğunuz kitabın alt metinlerini çözmek sizi de heyecanlandırıyorsa, karakterler üzerinden kendinizi keşfetmenin korkutucu cazibesini, konuları tartışarak farklı bakış açıları geliştirmeyi seviyorsanız, “Vejetaryen”, pekala çok keyif alabileceğiniz bir kitap olabilir, karar sizin.
Tijen Özer