
“Yayın dünyası kendine bir şampiyon –yeterince çekici birini, havalı, genç ve, hadi ama, hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz, söyleyelim gitsin, yeterince “çeşitlilik” arz eden birini- seçer ve bütün parasıyla imkânlarını üstüne yağdırır.”
Rebecca F. Kuang, henüz 22 yaşındayken yayınlanan Haşhaş Savaşı kitabıyla Batı edebiyatına fırtına gibi girerken de böyle mi düşünüyordu bilmiyoruz ama aradan geçen 7 yılda, üstelik de komünist dünyada büyümüş bir yazar olarak, yayıncılık dünyasının en kapitalist şifrelerini çözmüş olduğu aşikar.
2023 yılında okurla buluşan “Sarı Yüz”, beklenmedik şekilde gözlerinin önünde ölen Asyalı-Amerikalı yazar arkadaşının el yazmasını çalarak sahiplenen ve sonrasında bu seçiminin sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalan bir beyaz Amerikalı yazarı konu ediyor. Ana teması “kıskançlık” gibi görünen, fakat alt katmanlarında azınlık psikolojisi, ırkçılık, cinsiyetçilik, sosyal medyanın toplumu etkileme gücü, popüler kültür, kapitalizmin sanat üzerindeki yıkıcı etkisi, aile ilişkileri, değersizlik duygusu gibi pek çok konuya dikkat çeken bir roman. Buradan bakıldığında, romanın yankı uyandırmasının ve Amerika ile İngiltere’de pekçok ödül almasının nedeni, salt edebi değeri olmasa gerek. Kaldı ki, edebi dil açısından okura enteresan bir okuma deneyimi sunmuyor. Her ne kadar akıcı ve günlük dil ile yazılmış, kolay okunur bir kitap olsa da, daha çok, dikkat çektiği konularla tartışmaların odağına oturuyor gibi görünüyor.
“Ardından gerçek zamanda bir mit yaratma süreci başlar, yayın ekibince azami ölçüde pazarlanabilir hâle getirilen mamul personalar sağlıklı bir doz neoliberal sömürüyle harmanlanır.”
Ödüllü genç bir yazar için, kendi edebi kariyerini de tartışmaya açma pahasına yazılmış, oldukça cesur bir cümle bu. Kim bilir, belki de kitapta bahsi geçen o “sipariş üzerine yazılan” romanlardan biridir Sarı Yüz? Yayıncılık dünyası bir nevi günah çıkarıyordur belki de, kendi kendisini eleştirerek. Ya da tam tersi, körüklenen tartışmalardan yükselen alevleri pazarlama balonunu şişirmek için kullanmaktır amaç.
Oradan oraya çekiştirilmekten yorulmuş genç bir yazarın isyanı da olabilir yazılanlar. Zira henüz çocuk denilebilecek bir yaşta, yeterli yaşam tecrübesi bile oluşmamışken, her yıl bir roman yazmak ve neredeyse yazdığı her kitapla çok satanlar listelerine yerleşip ödülleri toplamak, daha roman yayınlanmadan film haklarını satmak, dünyanın en yetenekli yazarları için bile kolay hazmedilecek bir durum olmasa gerek.
"Akıllıca mı bu? Frontal loblarının gelişimi tamamlanmadan anlaşma imzalatmak mantıklı mı?”
Adının ilk duyulduğu günden itibaren yoğun eleştiriye maruz kalmış bir yazar Rebecca F. Kuang. Yazdığı şu satırlarla, kendisine yöneltilen eleştirileri, karşı eleştiri ile yanıtlama amacı güdüyor olabilir mi?
"Bir kitap ne kadar popülerleşirse ondan nefret etmek de bir o kadar popülerleşir, Rupi Kaur’un şiirlerinden tiksinmek de bu yüzden Y kuşağının kişilik özelliklerinden biri hâline geldi.”
“Yale’deki yıllarımdan, elit üniversitelerde okuyan lisans öğrencilerinin daima aslında olduğundan fazlasını bildiklerini sandıklarını ve popüler bir entelektüeli alaşağı etmeyi en büyük başarı saydıklarını hatırlıyorum.”
Kitapta, gerçek isimler kullanılarak yapılan eleştiriler de dikkat çekiyor. Açık bir şekilde suçlama içeren şu satırlarda gizli bir öfke olmadığını kim iddia edebilir? Uğradığı itibar suikastını, başkalarına itibar suikastı yaparak bertaraf etmeye çalışmak, tam da kahramanımız June’a yakışan bir hareket değil mi?
“İtibarını hiç lekeletmeden skandaldan skandala koşmayı beceren yazarlar biliyorum. Çoğu Beyaz. Çoğu erkek. Isaac Asimov seri tacizciydi; Harlan Ellison da öyle. David Foster Wallace da Mary Karr’ı istismar ve taciz etmiş, ısrarlı takipten vazgeçmemişti. Deha diye göklere çıkarılıyorlar hâlâ.”
Gerçek ve amaç ne olursa olsun, romanın, yayıncılık dünyasını ele verdiği kesin. Yazarların gün ışığına maruz kalmamış yönleri, yazarlarla yayınevleri arasında olanlar, okurun önüne gelene kadar kitabın geçtiği aşamalar, kitabın değerinden çok yazarın ederine odaklanan ve okuru manipüle eden sistem ve daha pek çok detay, Athena ve June üzerinden görünür olduğunda, okurda da bir “kandırılmışlık” duygusu uyandırıyor kaçınılmaz olarak.
ABD gibi, “medeni” Batı dünyasının lokomotifi olan bir ülkede, ün ve servet vaadiyle, “çeşitlilik” adı altında sömürülen insanlar, bir gün gelip posa misali bir kenara atıldıklarında, sistemin en büyük düşmanları haline gelecekler belki de. Zira Asyalı-Amerikalı, Afroamerikalı gibi bir takım yeni nesil, havalı ifadelerle tanımlansalar da hala sarı benizli ve zenci olmaya devam ediyorlar, kaderlerini ellerinde tutan beyazların gözünde. Kitabın konusu olan Asyalılar gibi, siyahiler, latinler ve eşcinseller de beyaz ırk tarafından kurulmuş sistemin birer arayüzü olduklarının farkındalar şüphesiz. Ama yine de, bu sömürüde onları cezbeden bir şeyler var. Rebecca F. Kuang, komünist Çin’de yaşamaya devam etseydi, ünlü bir yazar olabilir miydi örneğin? Olsa bile, sistemi açıkça eleştiren bir kitabı yayınlatma imkanı bulabilir miydi? İşte bu yüzden bu insanlar, bir şekilde hizmet ediyorlar kendilerini “paketleyip satan” sisteme, özlerini oluşturan kimliklerini tümden yok etme pahasına. Günün sonunda yine de bir şeyler değişir mi, Batı kültürünün birer arayüzü olmaktan kurtulup kültürün değişmez unsurları haline gelirler mi, yoksa içlerinden “seçilmiş” bazılarına, ucundan azıcık itibar enjekte edip parlatmak, ışıltısını kaybettiğinde yenisiyle değiştirmek gerçekte sadece bu azınlıkları yutmanın bir yolu mu, zamanla göreceğiz elbette.
Gelelim romana ve romandaki karakterlere…
Yazarın, yazdığı karakterlerle ne kadar özdeşleştiği, her zaman merak edilen bir konudur. Bu kitabı okuyan okurda da böyle bir merak uyanıyor haliyle. Acaba Athena Liu, Rebecca F. Kuang’ın ta kendisi olabilir mi? Kendisini popüler kültür tarafından yaratılmış bir “mit” olarak mı görüyor? Acaba o da June Hayward gibi, başkalarının hikayelerini çaldı mı?
June, hayatı boyunca ailesi, özellikle de annesi tarafından görülmeyi arzu etmiş ve bunu elde edemediği için de toplum içinde hep görünmez olduğunu hissetmiş bir karakter. Yazarak yaratmayı seviyor. Hatta, satma kaygısı olmadan, sadece kendisi için yazdığı günleri özlüyor. Fakat onun asıl istediği ünlü olmak. Yani, görülmek! Bu yüzden Athena’yı kıskandığını saklamaya gerek duymuyor. Arkadaşının bir anda edebiyat dünyasının yıldızı haline gelmesi, yaptığı bol sıfırlı anlaşmalar, yaşadığı ev, uzun bacakları, pürüzsüz teni, kırmızı ruju ve daha bir çok şey ona kendini daha da küçük hissettiriyor. Fakat uzaklaşmak yerine onunla arkadaşlık etmeyi tercih ediyor, içinde ona karşı büyüttüğü öfkeye rağmen. Çünkü çekim merkezi olan Athena’nın arkadaşlığı, kendi başına asla ulaşamayacağı bir dünyaya giriş kapısı onun için.
“Athena göz kamaştırıcıydı,” diyorum ve gerçekten de böyle düşünüyorum. “Bu dünyadan değildi sanki. Ulaşılmazdı. Ona bakmak güneşe bakmak gibiydi. O kadar parlaktı ki uzun süre bakınca gözleriniz acırdı.”
Öyle ağır basıyor ki bu yakıcı hayranlık, Athena’nın el yazmaları üzerinde kendi kalemini oynatırken bile herhangi bir suçluluk duymuyor. Böylece hak ettiği üne ve başarıya kavuşurken, yarım kalmış bir işi tamamlayarak, aslında arkadaşına da iyilik yaptığına inandırıyor kendini.
“Bütün bunlar olurken, Başardım, diye düşünüyorum. Yaptım işte. Athena’nın hayatını yaşıyorum. Yayıncılığı olması gerektiği gibi deneyimliyorum. O cam tavanı kırdım. İstediğim her şeye sahibim - ve tadı hep hayal ettiğim kadar güzel.”
Athena da bir hırsız ona göre. Ve kendi hikayesini ona kaptırmanın rövanşını almaya hakkı var.
“Deniz kabuğu toplar gibi topluyordu gerçek anlatıları, onları cilalıyor, sonra keskin ve parlak halleriyle, dehşete düşmüş, kendinden geçmiş okurlara sunuyordu.”
Ve o, baldan tatlı intikam duygusu! İnsana, yaşadığı acıya rağmen yola devam etme motivasyonu veren en güçlü zehir!
“Siktir, söyleyeyim gitsin işte: Athena’nın dosyasını almak tazminatımı almak gibiydi, onun benden aldıklarının karşılığı gibi.”
Bu bağlamda, sadece ahlaki değil psikolojik bir sorgulamaya da girişiyor okur. Kıskançlığın, her insanın hayatının bir noktasında yaşamış olduğu bir duygu olması bir yana, “nereden bakıldığına göre meşru görünebilme olasılığı” ürkütüyor insanı. İnsan zihni bu kadar karmaşık iken, ahlaki değerleri düz bir zemine oturtmak mümkün mü gerçekten?
Bir yazar kimin hikayesini anlatmalı?
Romanın ortaya koyduğu bir başka sorunsal da, yazarların, başkalarının hayatını anlatmaya hakkı olup olmadığı meselesi. Pek çok intihal vakası, suçlama, dava ve haklarında yazılanlardan zarar gören insanların hikayeleriyle dolu yazın dünyası.
Bir yazarın, yalnız kendi hayatından, kendi yaşadıklarından mı beslenmesi gerekir, yoksa karşısına çıkan her insan, her olay bir ilham kaynağı mıdır onun için? Bir markette şahit olduğu, kasiyerle müşteri arasındaki bir tartışmayı yazdığında, kasiyerin ve de müşterinin hikayesini çalmış olmuyor mudur mesela? Bir yakınının ya da arkadaşının hikayesini yazmaktan farkı nedir bu durumun?
Yine farklı bakış açıları, konuya farklı boyutlar getiriyor elbette. Arkadaşının hikayesini izinsiz yazmak, güven istismarı değil midir? Ahlaki açıdan bakıldığında etik olan davranış nedir? Etiği belirleyen nedir? Birine göre etik olan diğerine göre etik olmadığında, kanunlar da çok açık değilse, olayın nasıl tanımlanacağına kim karar verir? Bunlar da üzerine düşünülmesi gereken, fakat ne kadar düşünülürse düşünülsün kesin bir sonuca ulaşılamayacak konular bana göre. Günün sonunda, kimileri yaşar, kimileri de yazar. Bu böyle gelmiştir, böyle de gidecektir…
“Hepimiz akbabayız ve bazılarımız-burada kastım Athena- bir hikâyenin ağzı en çok sulandıracak kısımlarını bulmakta, kemiği ve kıkırdağı parçalayıp o hassas, kanayan kalbe ulaşmakta ve bütün bu kan revanı teşhir etmekte ötekilerden daha becerikli yalnızca.”
Bizler de o teşhir edilen hayatlardan türlü dersler çıkarıp, hayat bilgimizi genişletmiyor muyuz bir anlamda? Tüm hayatları yaşamamız mümkün değilken, anlatmayı da yasaklarsak, nasıl öğreneceğiz başka dünyalarda başka hayatların yaşandığını?
Tabii ki, özel hayatın gizliliği esas alındığında, her anlatılanı, her paylaşılanı kendine malzeme yapmak, açıkça sınır ihlali olarak değerlendirilebilir. Kim bilir, belki de edebiyat dünyasında bazı kuralları yeniden ele alma, hatta yeni kanun ve düzenlemelerle kişileri ve hayatları bir nebze daha koruma altına alma zamanı gelmiştir. Gerçi sosyal medya her gün alenen pek çok sınır ihlaline sahne olur, linç kültürünün toplumu ele geçirmesine katkıda bulunurken, edebiyat dünyasını hizaya getirmek ne kadar fayda sağlayabilir, o da çok su götürür bir konu.
Sosyal medya demişken, R.F.Kuang da, sosyal medyadan epey çekmişe benziyor. Gerek June’un, gerekse cansız bedeni çoktan toprağa karışmış Athena’nın kişiliğinde, gencecik hayatların, tıpkı aslanların önüne atılmış bir ceylan gibi paramparça edilişini gözler önüne seriyor. June zorbalığa maruz kaldığında “hak etti” diye düşünsek de, aynı zulme ölmüş Athena’nın da uğradığını görmek, aslında sosyal medyada, başarılı kişileri al aşağı etmeye odaklı güruhun pek de ayrım gözetmediğini düşündürüyor. Günümüzde pek çok başarılı ismin, başarısının tadını çıkaramadan çeşitli suçlamalara ve iftiralara maruz kalması ve sürekli kendini açıklamak zorunda hissetmesi acıklı bir durum gerçekten de. Ne var ki insanın görülme ve onaylanma ihtiyacı ile hayatı kontrol etme dürtüsü, bu çılgın kalabalıktan uzak durmaya izin vermiyor. Zaten June da bu yüzden delirmenin eşiğine geliyor.
Romanın bazen nazikçe, bazen de sert bir şekilde dürttüğü daha pek çok alt başlık var. Irkçılık, erkek egemenliği, aile bağları gibi…Elbette hepsini burada açmak mümkün değil, gerekli de değil. Sanki yazar, rahatsız olduğu ne varsa bir kazana atıp eritme ve yüklerinden arınma telaşına düşmüş gibi. Bu bakımdan odak dağıtıcı bir tarafı da var kitabın. Sonuç olarak, birçok “çok satan” kitapta olduğu gibi bir “el lezzeti” eksikliği var. Ya çok hızlı “üretildiği”, ya da “içine birden fazla el girdiği” için, bilemiyorum ama kendi adıma, bu şekilde seri olarak üretilen kitaplar yerine, hayatı sindirerek yazılmış, okuru içine alan, diliyle ve derinliğiyle insanda keşif arzusu uyandıran, kapağı kapatıldıktan sonra bile etkisi devam eden kitapları okumaya devam etmek istiyorum.
Tijen Özer