30 May
30May

 

İnsan, kendisine bahşedilen akla sahip olmasaydı ne olurdu? Yer yüzündeki ve yer altındaki diğer canlılar arasında nerede olurdu bugün? Mamutlar, ejderhalar, dinozorlar arasında var olmaya devam edebilir miydi, yoksa çoktan nesli tükenir miydi?

Güç…Tapınılan…Hatta uğruna  ölünen... Neden bu kadar güç sahibi olmak peşindeyiz? Neden güçlü olmak herşeyin ötesinde önem taşıyor bizim için? Gerçekte çok güçsüz olduğumuz için olabilir mi? Acaba korkularımız mıdır bizi bu kadar güçsüz kılan? Hem bu kadar güçlü olmak isteyen, hem de zihninde yarattığı korkularla kendini alabildiğine acizleştiren başka bir canlı var mıdır?

Korku çemberleri içinde yaşar insan.  Doğduğu andan, öldüğü ana kadar. Daha doğduğu anda muhtaçtır anneye. Gelişimini en uzun sürede tamamlayan ve bu sürede bağımlı hale gelen tek canlıdır. Yaşamı boyunca da atamaz bu bağımlılığı üzerinden. Bir bağımlılıktan diğerine koşar durur. Hep bir dayanağa, desteğe ihtiyacı vardır. Maddi ya da manevi, bir şeylerde ya da birilerinde arar hep varlığının sebebini. Kah anne-babada, kah çocukta, kah eşte, kah işte... Pirüpak, çıplak, olduğu gibi kalmak korkutur onu. Kimliksizlik, ünvansızlık ürkütür, ne yapacağını bilemez bu saf haliyle.

Bu yüzden önce şehirler kurmuştur kendine. Kendi benzerleriyle bir araya gelince daha kolay baş edebilecektir doğayla. Sonra aynı alanda bir topluluk içinde olmak yetmemeye başlamıştır. Aile kurmuştur, sığınak olarak. Kendisini güvende hissedebileceği mekanlar aramıştır hep, rahatça uyuyabileceği, tehlikelerden korunabileceği…Bu yüzden güven, ailenin temelidir. Güven olmadan aile olmaz, asıl amaç güvende olmaktır çünkü. Sonra çocuklar… Varlığın en büyük kanıtı insan için. Yaratma güdüsünün en büyük nesnesi. Çoğalınca daha da güçlenir insan. Ne de olsa kanından, canındandır çocuklar. Belki de terk edip gideceklerdir günün birinde ama varlıkları bile güven ve güç vermeye devam edecektir. Oysa yalnız kalmak? Savunmasız, bir başına olmak dünyaya karşı…!

Mal, mülk edinir insan; etrafını çitlerle, duvarlarla çevirdiğinde iki kat artar savunması çünkü. Şimdi daha zordur düşmanın içeri girmesi. Hem içerideki diğerleri de güvendedir artık, bırakıp gitmezler kolay kolay.

Derken, yetmemeye başlar çemberler. Ne kadar çok çemberin içine girerse o kadar korunacaktır. Devam eder etrafını çevirmeye. Para, şöhret, itibar, arkadaşlar, topluluklar, ünvanlar…Ne kadar çember varsa geçirir üstüne elinden geldiğince. Ve sonra, küçücük bir nokta gibi ortasında kalır çemberlerin. Artık gerçek dünya ile irtibatı kesilmiştir. Kendi kendisiyle ve yalnız etrafındaki çemberlerle başbaşa kalır: Korkularıyla! Dışlanma korkusu, aşağılanma korkusu, hayal kırıklığına uğrama korkusu, kimliksizleşme korkusu, terkedilme korkusu, aldatılma korkusu,  yalnızlık korkusu, hastalanma korkusu…Ölüm korkusu!

Evet, ölüp gidecektir günün birinde. Ama ya o gün geldiğinde yapayalnız, çırılçıplak olursa? Kim koruyacak onu? Ölmüş bedenini bile korumaya çalışır insan!  Çünkü öldüğünde bile kontrolü elinde tutmak ister!

Korkulara esir, korkulara mahkum…Canlıların en akıllısı ve de en zavallısı…O ki, bir parçası olduğu doğadan korkarak başlar hayata! O halde, akıl akıl diye övündüğümüz şey, iyi bir şey midir, yoksa yanılsamaların en büyüğü mü? Bugün milyonlarca insan aç, milyonlarcası işsiz, milyonlarcası mutsuz, milyonlarcası hiç uğruna öldürülüyor orada, burada…Nedeni, en başta yaptığımız bu hata olabilir mi? Aklımızla doğaya hükmetmek yerine kendi aklımıza hükmetmek daha akıllıca olmaz mıydı? Düşünmeye değmez mi?

Tijen ÖZER

 

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.