11 Aug
11Aug

28 Temmuz’da başladı kabus… 

Bu yazının yazıldığı tarih itibariyle halen devam ediyor. Günler ve geceler boyu yandı ormanlarımız, ormanlarda yaşayan dostlarımız, gitmesek de, gelmesek de bizim olan güzel köylerimiz… Hepsi birer birer küle döndü. ‘’Yapacak hiçbir şey yok’’ diyordu itfaiye erleri, orman işçileri, köylüler ve gönüllüler, ‘’yapacak hiçbir şey yok, elimizden bir şey gelmiyor!’’. Yetmedi çabalar yangını söndürmeye. Yetmedi. Rüzgarın nefesi daha güçlüydü bu kez. Yandı, bitti, binlerce hektarlık orman alanı, arı kovanları, güzelim çam ağaçları, kuşlar, kaplumbağalar, tavşanlar, sincaplar…Yandı, yandı, yandı…Ta ki yanacak bir şey kalmayana kadar! 

Katrana dönmüş zihinlerimiz ve yüreklerimiz, sonunda ormana da bulaştırdı karasını. Maddi zenginliklere olan açlığımız, tükenmek bilmeyen hırslarımız, ‘ben kendi işime bakarım, gerisi beni ilgilendirmez’ anlayışı yok etti yaşam alanlarımızı, nefes kaynaklarımızı. 

Yalnız yangınlar mı? Uzun süre önce başlamıştı kabus. Virüsler, seller, heyelanlar, kasırgalar, müsilajlar sardı dört yanımızı. Dünyamız nefes alamıyor, boğuluyor, çığlık atıyor. Biz görmekte, algılamakta zorlanıyoruz. 

Parası olunca daha iyi (!) yaşayacağına inananlar,  ‘Ormanlar yok olsa da olur, denizler, göller, nehirler kurusa da olur, hayvanlar ölse de olur, ben kendime yaşayacak bir yer bulurum nasılsa’ mı diyorlar?  

Bilmiyorum… Bildiğim bir şey var ama: Çoktandır yakıp yıkmaya, çekip giderken de arkamıza bakmamaya alıştık. Mutsuzluk kaynakları arttıkça kendi kişisel dünyalarımıza çekildik, kişisel geliştik, kendimize öncelik verme meselesini bizden başka herkesi ve her şeyi yok saymak zannettik. Sandık ki gözlerimizi, kulaklarımızı kapatırsak mutlu oluruz, daha iyi yaşarız. Mindfulness öğrendik, meditasyon yaptık, yogaya sığındık, kalabalıklar içinde sessiz kalmaya çalıştık, sırf gürültüleri duymayalım diye. Duyup da rahatsız olmayalım diye. 

Peki doğru mu yaptık? Belki de doğru yaptık. Belki de başka çaremiz yoktu. Belki de bir şey yapamamaktan dolayı o kadar çok acı çekiyorduk ki, kendimizi korumaktı en doğrusu. Oysaki mindfulness bir farkındalık haliydi, anda olup biten her şeyi, olumlu olsun ya da olmasın, fark etmek ve olduğu gibi kabul etmekti, uyanık olmaktı. Olan biten karşısında doğru muhakeme ile doğru aksiyonu alabilmek, proaktif olabilmekti. Meditasyonun amacı unutmak ve uyuşmak değil, dünyanın öbür ucunda da olsa diğer insanların, diğer varlıkların duygularını, düşüncelerini hissedebilmek, ben yerine biz demeyi öğrenebilmekti. Tüm varlığımızla evrenin bir parçası olduğumuzu kavrayabilmekti. Birlikte gelişip dönüşmekti. 

Anlayamadık… 

Anı yaşamayı bile yanlış anladık biz. Zannettik ki sadece anın tadını çıkarmaktı anı yaşamak. Her şeyden zevk almak, zevk almadığımız şeyi yok saymaktı. Sahi, ne kadar mutluluk delisi olduk son zamanlarda, değil mi? Mutluluk peşinde koşuyoruz biteviye, kuyruğunu kovalayan kedi misali!      

Zavallı insan!  Nasıl da unuttu, gülenle gülmenin, ağlayanla ağlamanın, bir çiçeği, bir kelebeği, bir ağacı, bir çocuğu sevmenin, denizleri, dağları doya doya içine çekmenin en büyük mutluluk olduğunu!    

Gülünecek şeyler giderek azaldığı için mi bu kadar korkuyoruz mutsuz olmaktan? Yoksa mutsuz olmaktan korktuğumuz için mi giderek arttı mutsuzluklarımız?  

Yangınlar, yüreklerimizdeki korları da körükledi bir yandan. Uzun süredir kaçınmakta olduğumuz, yok saydığımız duygularımız bir bir baş gösterdi, gömüldükleri derinliklerin içinden. 

  • Keder
  • Öfke
  • Suçluluk
  • Korku
  • Endişe
  • Yalnızlık 
  • Çaresizlik
  • Mutsuzluk
  • Umutsuzluk
  • Ve diğerleri…

Strese girdik. Çünkü tehdit altındaydık. Tehdidi savuşturabilmek, gerektiğinde aksiyon alabilmek için strese ihtiyacımız vardı. Herkes farklı yaşadı kendi cehennemini. Ormanlar yanarken, en büyük yangın yüreklerimizdeydi. Asıl mücadele ettiğimiz kendi duygularımızdı. Kimimiz umutsuzlukla, kimimiz suçluluk duygusuyla, kimimiz yalnızlık korkusuyla savaştı. Üzüldükçe, korktukça, yalnız hissettikçe saldıracak yer, suçlayacak insan aradık. Hangi sebeple ortaya çıkmış olursa olsun, olan bitende tek tek hepimizin sorumluluğu olduğunu kabullenmedik. Neyi yanlış yaptım, bundan sonra ne yapabilirim diye sormadık. Bazılarımız sustu, içine kapandı. Bazılarımız iyice korktu mutsuzluktan, daha da mutlu olmaya çalıştı kendince, bakın ne kadar mutluyum diye haykırdı sosyal medyadan. Bazılarımız anlamadan, dinlemeden, doğru dürüst örgütlenmeden ‘haydi yardım edelim’ diye tutturdu, eline ne geçtiyse gönderdi yangın bölgelerine. Ne kadar önemli ve değerli olduğumuzu kendimize ispat edebilmek için paylaşımlar yaptık. Videolar çektik, fotoğraflar koyduk. Aferinler aldık, mutlu olduk. Gerçi abarttığımız, giysi yardımı yapıyoruz diye, topuklu, tüylü terlikler gönderdiğimiz de oldu yangın bölgelerine! Velhasıl bir şeyler yaptık hepimiz. Herkes bir şekilde söndürmeye çalıştı yürek yangınını. Fena da olmadı, çoğu işe yaradı yapılanların, gönderilen yardımların. Ansızın kömür karasına bürünen yeşil dağlar, biraz olsun nefes aldı verilen desteklerle. 

Sonra, birkaç yangın sönünce rahatlayıverdik ve birden normal hayatlarımıza geri döndük. Eh, bütçemiz elverdiğince yapmıştık yardımlarımızı, sosyal medyada da paylaşmıştık, herkes ne olduğumuzu görmüştü, vicdanlarımız rahattı artık. Ve stresten, sıkıntıdan, endişeden kurtulmanın yollarını aramaya başladık yeniden, kendi küçük, sessiz, korunaklı, konforlu alanlarımıza geri dönebilmek için. 

Aniden kabaran yürekler, yine aniden sönüverdi! Anlayamadık yaşananların bir defalık, bir anlık felaketler olmadığını. Dünyamızın daha çok çığlıklar atacağını, topyekün istikrarlı bir karşı koyuş, sürekli bir anlayış, sürekli bir dikkat, sürekli bir aksiyon olmadıkça daha da kötüye gideceğini kavrayamadık! Çünkü üstünü örttüğümüz duygular, aniden gelen felaketin etkisiyle öyle bir coştu ki, yorulduk birden. Stresi yönetemedik, ortaya çıkan yıkıcı enerjiyi yapıcı düşünce ve davranışlara yöneltmeyi bir türlü öğrenemedik! 

Peki ne öğrendik tüm bu olan bitenden? Örneğin artık ormanlarımızı daha çok koruyabilecek miyiz? Bir çiçeği koparırken, bir dalı, üstündeki üç beş meyve uğruna ya da sırf zevk için kırarken, piknik ateşi yakarken, çöpümüzü yerlere saçarken, havai fişek patlatırken aklımıza gelecek mi yaşananlar? O yanan ağaçların, canların çığlığı kulaklarımızı çınlatacak mı? Tek başımıza var olamayacağımızı, ancak birlikte ve birbirimizi hissederek yaşamayı başarırsak bu dünyayı cennete çevirebileceğimizi fark edebiliyor muyuz? 

Olumlu ve olumsuz tüm duyguların insan için olduğunu ve hepsinin yaşayabilmek, öğrenebilmek ve hayatta kalabilmek için gerekli olduğunu öğrendik mi mesela? Olumsuz duygularımızla yüzleşip onları olduğu gibi kabul edebilmek ve dönüştürebilmek, içimizdeki yangını söndürebilmek için kendi rızamızla gerekli adımları atmaya cesaret edebilecek miyiz bu kez? Yoksa yine olumsuz olan, içimizi acıtan her şeyi yok saymaya mı devam edeceğiz? Her sıkıldığımızda meditasyonun serin sularına mı atacağız kendimizi? 

Ne öğreneceğiz, bu felaketlerden çıkardığımız derslerle nereye evrileceğiz bilemem.  Ancak şunu tahmin etmek çok zor olmasa gerek: Bu şekilde devam edersek, yaşayacak, nefes alacak bir alan bulamayacağız kendimize! Denizleri öldürerek, ormanları yakarak yapacağımız rezidansların, bineceğimiz lüks arabaların hiçbirimize bir faydası yok. O rezidansların içinde zaten hava yok, bundan sonra hiç olmayacak. O zaman, aldığımız o nefes kursları da bir işe yaramayacak!  

Kıt kaynakları paylaşma derdine düştüğümüzde anlayacağız ancak paranın yenecek bir şey olmadığını. Ha diyebilirsiniz ki parası olan yine aç kalmayacak, yine nefessiz kalmayacak. Eh, bir miktar doğruluk payı var elbette. Böyle felaketlerde ilk zarar görenler genelde toplumun alt tabakaları olur. Ama eğer bir çevre felaketinden bahsediyorsak kimse için kaçış yolu olmadığını düşünenlerdenim. Sadece zaman kazanmaksa amaç, buyursun birileri banknotların peşinde koşmaya devam etsin; ben gün saymaktansa, son günlerimde bana umut verecek bir dikili ağacım olmasını yeğlerim. 

Tijen Özer

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.