VEJETARYEN-Yemekten Ötesi

 “Vejetaryen”, 2024 Nobel Edebiyat ödüllü yazarı Han Kang’ın, önceden yazıp daha sonra genişleterek birleştirdiği üç ayrı öyküden oluşan, 2016 Uluslararası Man Booker ödüllü, çok katmanlı ve derinlikli bir roman. Bu yönüyle oldukça farklı bir biçim sunuyor okura. Tıpkı farklı hayatlar gibi, gerek içerik, gerekse üslup bakımından birbirinden kopuk gibi görünen fakat bütüne bakıldığında “ruhsal arayışlar” zemininde birleşen hikayeler ve karakterler, tıpkı birbirinin kilidini açan anahtarlar gibi, biri olmadan diğerinin anlamsız olduğu bir kurgu içerisinde zihinleri çokça çalıştırıyor. Roman, vejetaryenlik, yani “et yemeyi reddetme” metaforu üzerinden toplumsal rolleri reddedişi işlerken, kahramanın kişisel seçimi etrafında yeniden şekillenen ilişkilere ve iç hesaplaşmalara da ışık tutuyor. Ataerkil toplumun birey üzerindeki etkilerini ve kadının toplum içindeki yerini yeniden sorgulatıyor.   

Hikayenin esin kaynağı, Koreli şair Yi Sang’ın bir dizesi: “I believe that humans should be plants.” Yani, “Ben, insanların bitki olması gerektiğine inanıyorum.” Han Kang, Japon işgali altındaki Kore’nin sessiz ve itaatkar tutumuna gönderme yapan bu dizeden ilham alarak Moğol Lekesi isimli öyküyü yazıyor ve öykü, Yi Sang edebiyat ödülünü alıyor. Romanın ikinci bölümünü ve kırılma noktasını oluşturan bu öykü, içerdiği estetik unsurlarla da okura güçlü bir imgeleme imkanı veriyor.   

“Her şey mükemmeldi. Hayal ettiği gibiydi. Kadının doğum lekesi üzerine vücudundaki kırmızı çiçeğin bir kapanıp bir açılışı tekrar etti ve penisi kocaman bir çiçek organı gibi kadının içinde gidip geldi. Bir ürperti hissetti. Bu, dünyanın en çirkin, aynı zamanda en güzel imgesinin dehşet verici şekilde birleşmesiydi.”   

Kitap, The New York Times Book Review tarafından, 2016’nın en iyi 10 kitabından biri seçilmiş. 2024 yılında da, yine New York Times tarafından, 21. Yüzyılın en iyi 100 kitabı arasında gösterilmiş. Ayrıca bir de uzun metrajlı filme konu olmuş. Nobel ödüllü ilk Güney Koreli yazar ve ilk Asyalı kadın yazar ünvanına sahip olan Han Kang, şiirsel dili ve insan ruhuna dokunan derinlikteki yazıları ile daha çok ödül alacağa benziyor. 

Gelelim romana ve anlattıklarına… 

Yonghe, gördüğü rüyaların etkisiyle birdenbire et yemekten vazgeçen genç bir kadın. Kişinin kendi tercihiyle girdiği bir yolda ilerlemesinin ne sakıncası olabilir? Normal olan, böyle bir durumda ailesinin ve yakın çevresinin ona destek olmasıdır, öyle değil mi? 

Hayır. Gerçek dünyada, özellikle ataerkil düzende, öyle olmadığını biliyoruz. Çünkü o sadece bir kadın değil, aynı zamanda bir eş, bir kardeş ve bir evlat. Yani, kendi bedeni üzerinde dahi söz hakkı olmayan biri. Romanda da olması gerektiği gibi yürümüyor haliyle. Başkalarını umursamaktan vazgeçmiş bir kadın korkutuyor insanları. Özellikle de hayatındaki erkekleri. Çünkü kadının, kendi tercihiyle aldığı ve başkalarının rahatını kaçıran her karar, otorite, güç ve statü kaybı demek bir erkek için. 

Aslında çok önceden uç vermiş bir isyan bu. Genç kızlığından itibaren sutyen takmayı reddederek, en başından kendisine biçilen role karşı çıkmış Yonghe. Fakat yine de itaatkar bir evlat ve uyumlu bir eş olmayı sürdürmüş. Ta ki o rüyaları görene dek! 

Romanda karşımıza çıkan koca figürü, ataerkil sistemin ve toplumsal uyumun sembolü. Dolayısıyla, ona göre karısının yaptığı, “kocanın düşüncelerini hiçe sayan bir inatçılıktan” başka bir şey değil. Ve büyük bir hayal kırıklığı! 

“O benim dünyadaki en sıradan kadınımdı.” 

Sıradan, yani zararsız, tehlikesiz, varlığıyla yokluğu bir… 

Akademisyen Esra Sahtiyancı Öztarhan, İnsan & İnsan Dergisi, 15. Sayısında (Kış/Winter 2018) yer alan “Vejetaryen olmayı seçmek” isimli makalesinde, meselenin sadece ne yiyeceğini seçmekle ilgili olmadığını, “yemek kültürü ve toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki ilişki” temelinde, detaylı bir şekilde ele alıyor. Öztarhan’ın belirttiği ve pek çoğumuzun kendi hayatında da deneyimlediği gibi, ataerkil toplumlarda, evdeki yemek kültürü, erkeğin tercihlerine göre şekilleniyor. Evde erkek varsa, genellikle etli yemekler tercih ediliyor. Çünkü “erkeğin güçlü olduğuna ve gücünü korumak için et yemesi gerektiğine” inanılıyor. Buna paralel olarak, evde yemek pişiren erkek de, genellikle, güçlü duruşuna yakışır biçimde et yemekleri pişirmeyi tercih ediyor. Sebzeler ise hafif ve önemsiz görülüyor, bu haliyle de kadınların oyun sahasına ait oldukları düşünülüyor. 

Hal böyle olunca da et yemeği reddeden kadın, doğrudan erkek düzenini ve hakimiyetini reddetmiş oluyor. Öyleyse ya düzeltilmesi, ya da sistemin dışına atılması gerekiyor, başka yolu yok! 

Bugün birçok toplumda, açıkça itiraf edilmese de, kadın için bir erkeğin eşi olmak demek, erkeğin statüsünü koruma ve pekiştirme misyonunu da üstlenmek demek. Kadın, evlenene kadar “kız çocuğu”, evlendikten sonra ise “eş”. Gerçekten bir birey ve kadın olabildiği, kadınlığını dışarıdan müdahale olmadan yaşayabildiği bir süreç ya olmuyor, ya da çok kısa sürüyor. Pek çok kadın, kendisini bulamadan evliliğin kucağına itiliyor ve ömrü boyunca kendi değerini başkalarının bakışlarında arıyor. Romandaki kocanın, karısının bireysel tercihini bir inatçılık, bir başkaldırı olarak görmesi, sutyensiz giyilen tişörtün üzerinden beliren göğüs uçlarına öfkelenmesi, öte yandan onun tamamen kendi içine çekilmesine “az konuşan kadın iyidir” diyerek sesini çıkarmayıp, ihtiyaç duyduğunda zor kullanarak da olsa bedenine sahip olmaya devam etmesi ne kadar da aşina olduğumuz bir tablo, değil mi? 

Roman, vejetaryenlik üzerinden, bir kadının, zorbalığa varan dayatmaların dışında kalabilmek ve varlığını koruyabilmek için verdiği mücadeleyi sert bir biçimde ortaya koyuyor. Kan ve şiddet içeren sahnelerle, kadının içindeki gizli öfkeyi ve şiddeti açığa çıkarıyor, ona şiddet uygulayan topluma adeta açık bir tehdit savuruyor. Diğer karakterler üzerinden de, hem toplumdaki cinsiyet rollerine, hem ilişkilere hem de aile bağlarına dokunarak, üçü arasındaki simbiyotik ilişkiyi sorgulatıyor. 

Yazar, okurun zihninde oluşan sorulara direkt yanıt vermiyor. Bu şekilde hem düşündürüyor, hem de çelişkilere sürüklüyor. Asla Yonghe’nin ağzından duyamıyoruz ne hissettiğini ve ne istediğini. İtaatkar ve sessiz Yonghe, itaat etmeyi bıraksa bile sessizliğini hiç bozmuyor. Onu sözleriyle değil, davranışlarıyla anlamaya ve konumlandırmaya çalışırken, tıpkı ablası Inhe gibi duygudan duyguya sürükleniyor, Yonghe’nin yaşadıklarında kendi yaşantımıza dair izleri bir buluyor, bir kaybediyoruz. 

“Yonghe'ye hissettiği yabancılık kadar, Yonghe de ona yabancılık hissediyor gibiydi. İnsanda uyandırdığı soğukkanlı izlenimin ötesinde, neredeyse bir ıssızlığın hissedildiği yüz ifadesinin karşısında ne cevap vereceğini bilememişti. Kardeşinin bu halinin kocasının melankolik durumuyla benzer hiçbir yanı yoktu ancak ikisi de kimi yönden aynı şekilde onu hüsrana uğratıyordu. Çünkü ikisi de fazla konuşmazdı.” 

Gerçek hayatta da hep yaptığımız gibi kendi filtrelerimizin ardından görmeye çalışıyoruz Yonghe’yi. Bazen kendini arayan bir ruh olarak görünüyor, bazen de gerçekten deli olduğunu düşündürüyor. Yonghe’nin neden sesini çıkarıp tamamen özgürleşmek yerine daha da pasifize olup bir bitkiye dönüşmek istediğini, Inhe’nin, yaşadığı ihanete rağmen neden kardeşini bırakıp gitmediğini merak ediyoruz. “Kadın bencil mi yoksa sadece kendi alanını mı koruyor?”, “Abla bağımlı mı yoksa vicdanlı mı?” veya “Eniştenin baldıza yaptığı istismar mı, yoksa gerçekte onu aradığı özgürlüğe mi kavuşturdu?” gibi ikilemlere düşüyoruz. Bireysel ve toplumsal sınırları ve o sınırlar aşıldığında neler olabileceğini düşünürken, kendi sınırlarımıza çarpıp şaşırıyoruz. Yazarın metaforlar ve sembollerle bezeli şiirsel diline kapılıp zorlu bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. 

“Başını kaldırıyor. Ambulans Çuksıong Dağı'nın çıkışındaki son dönemeçten geçiyor. Siyah bir kuşun kara bulut kümesine doğru uçtuğunu görüyor. Yaydan fırlamış gibi güçlü güneş ışınları gözünü aldığından, bakışları kuşun kanat çırpışını takip edemiyor. Nefesini sessizce içine çekiyor. Cayır cayır yanan yol kenarındaki ağaçlara, saymakla bitmeyecek hayvanlar gibi bedenlerini doğrultup salınan yeşil alevlere dik dik bakıyor. Cevap beklermişçesine. Bir şeylere itiraz edermişçesine. Bakışları karanlık ve ısrarlı.”   

Han Kang yer yer şifreli anlatımı seviyor, tıpkı Yonghe gibi, sesini satır aralarında saklıyor, sanki okur tarafından keşfedilmek istiyor. Örneğin ikinci bölümde, Inhe’nin oğlunu emanet ettiği komşunun kapı numarası “709”. Kendi kapı numarası ise “710”. “709” sayısı, çeşitli kaynaklara göre, spiritüel olarak kişinin ruhsal yolculuğunda bir dönemin kapanıp yenisinin açıldığını gösteriyor. “0” sayısı ortada olduğu için, bu geçişin aslında bir yeniden doğuş niteliğinde olduğunu düşündürüyor. “710” ise bırakma sürecinin ardından yeni bir başlangıcı simgeliyor. Bu başlangıç, sadece dış dünyada değil, düşünce ve niyetlerde de köklü bir yenilenme getiriyor. Hikayenin devamında, gerçekten de Inhe’nin bir kapıdan geçip başka bir kapıya geçiş yapmakta olduğunu anlıyoruz. Böylece, kendini kaybetmiş bir ruha, kendini arayan bir başka ruh eşlik etmeye başlıyor. Kardeşinin “aklını kaybetmesi”ne kadar toplumsal uyumun vücut bulmuş hali olan Inhe, yaşadığı kırılma sayesinde aile ve toplum içinde giydiği (belki de kendisine giydirilen demeliyiz) rolleri sorgulamaya başlıyor. Fakat bu onun için hiç de kolay bir iş değil. Önce o giysilerin altında ne olduğunu bulması gerek. 

Üç ayrı kişinin bakış açısından ortaya konan bu izlekler bütünü, tıpkı hayatın kendisi gibi karmaşık ve kafa karıştırıcı. Koca, ataerkil düzende toplumsal rollerin ve mantığın sembolü, enişte kalbinin esiri. Abla ise akıl ve kalp arasında gidip gelen, her zaman iyi ve doğru olmaya koşullanmış bir ruh. Peki ya Yonghe? Topluma uyum sağlamakla tamamen reddetmek arasında bocalayan, bu büyük çelişkinin içinde yanıp kül olan alev ağacı o. Hem kendi yanıyor, hem de etrafındakileri yakıyor. Sesini çıkaramayan, karşı koyamayan, yanlışa dur diyemeyen tüm insanlarla aynı kaderi paylaşıyor. Inhe olan biteni görüyor. Yıllar önce ormanda kaybolduklarında “Hadi eve dönmeyelim” diyen Yonghe’yi şimdi anlıyor. Fakat artık çok geç. Vardıkları noktada tek bir çıkış yolu var: her şeyin bir rüya olması. 

Kitap, ilk yayınlandığı 2007 yılında Güney Koreli okurlar tarafından “çok uç ve tuhaf” olarak tanımlanmış. Okura keyif ve mutluluk vadetmiyor. Tersine, konfor alanından çıkarıyor ve kendisiyle yüzleştiriyor. Okuduğunuz kitabın alt metinlerini çözmek sizi heyecanlandırıyorsa, karakterler üzerinden kendinizi keşfetmenin korkutucu cazibesini, farklı bakış açıları geliştirmeyi seviyorsanız, “Vejetaryen”, pekala çok keyif alabileceğiniz bir kitap olabilir, karar sizin. 

Tijen Özer