1900 EFSANESİ (LA LEGGENDA DEL PIANISTA SULL'OCEANO)

Yönetmen  : Giuseppe TORNATORE, 1998 

Oynayanlar: Tim ROTH, Pruitt Taylor VINCE 

(Spoiler İçermektedir.)

Alessandro Baricco’nun “Novecento: Pianist” isimli romanından uyarlanan 1900 Efsanesi, 1900 yılının ilk ayının ilk haftasında, henüz küçücük bir bebekken, üzerinde T.D. Lemons yazılı bir limon sandığı içerisinde, lüks bir yolcu gemisinin 1. mevki salonuna bırakılan, orada geminin siyahi ateşçilerinden biri olan Danny Boodman tarafından bulunarak gizlice gemide büyütülen ve hayatı boyunca gemiden inmeyen bir adamın ilginç hikayesi. İsminin Danny Boodman T.D. Lemons 1900 olmasına şaşırmamalı haliyle. Kahramanımız, 1900 adıyla çağırılıyor ömrünün geri kalanında (İtalyanca adıyla Novecento). 

Yönetmen Tornatore, masal tadında bir öykü sunarken ara sıra gerçekle yüzleştirerek silkelemeyi ihmal etmiyor izleyiciyi. Kahramanımız 1900 ile birlikte, gerçeklerin içindeki masalı arıyor, o masala tutunuyoruz adeta. Bir yandan da, gerçek hayatta masallara yer olmadığının bilinciyle kahramanımızı kendi gerçekliğimize çekme arzusu içinde, gemiyi terk edeceği anı bekliyoruz heyecanla. Fakat 1900, nerede başlayıp nerede bittiğini bildiğini bir dünyadaki güvenli alanında kendi sonsuzluğunu yaratmaktan bir hayli memnun. Bu anlamda bir miktar hayal kırıklığına uğratıyor bizleri. 

Filmin başında, Avrupa’dan çıkıp, okyanus aşarak, bilinmeyenlerle dolu Amerikan rüyasına yolculuk eden insancıkları görüyoruz. Her zaman karayı ilk gören bir “birinci” var. O, parsadan ilk payı alan olacak muhtemelen. Yarış hiç bitmiyor. Gemi, birinci, ikinci ve üçüncü mevkileri, her sınıftan yolcuları, kaptanı ve çalışanlarıyla, adeta gerçek dünyanın bir yansıması. Ezenler ve ezilenler…Kural koyanlar ve kuralları yıkanlar…Boyun eğenler ve başkaldıranlar…Hepsi var. 

Filme konu olan romanın politik ya da sosyolojik bir eleştiri amacı taşıyıp taşımadığını bilmiyorum. Fakat filmi izlemeye başladığımda ilk aklıma gelen, gerçek dünyanın bu gemiden çok da farklı olmadığıydı. Filmi bu bağlamda izlememiz ve bazı noktalara dikkat etmemiz gerektiği aşikar. 

1900, gerçek bir kimliği bile olmayan genç bir adam. Gemide doğup büyüyen, biyolojik ve aynı ırktan  olmasa da bir babası olan, okuma yazma öğrenen, hayatı belki de pek çok kişiden daha iyi tanıyan birisi o. “Ben dünyaya gitmedim ama dünya benim yanımdan geçti; her seferinde 2000 kişi” diyor. Belki de çoğumuzun hayatı boyunca tanımadığı kadar insan tanıyan, okyanusun kucağında huzur bulan, sınırlı bir dünyada sınırsız hayal gücüne sahip bir ruh. Tesadüfen tanıştığı piyanoya aşık olan, onun 88 tuşuyla her türlü sınırı aşan bir dahi. Uçan parmaklarından dünyaya yayılan ün ile, cazın babası Jelly Roll Morton’u ayağına getirmiş, denizlerin en ünlü piyanisti olarak nam salmış bir fenomen. Çabasızca. Sadece iyi bildiği işi yaparak. Hayal kurarak ve hayallerini parmaklarından piyanonun tuşlarına akıtarak. 

Filmin piyanoyla dans sahnesinde, fırtınanın ortasında, piyanosuyla dans ederken onu gördüğümüzde bir an için bu gerçeküstü romantizm karşısında tutuluyor, fırtınayı ve getirdiği tüm olumsuzlukları görmezden gelerek bu hayale kapılıp gitmek istiyoruz. Tam kapılmışken, Tornatore’nin ustaca hamlesiyle sarsılıyor, kapılara çarparak ve en son kaptanın duvarını parçalayarak durabilen piyano ile birlikte gerçekliğe geri dönüyoruz. Gerçek dünyada da hayallerimiz çoğu kez böyle duvarlara çarpıp parçalanmıyor mu? 

Filmin en güzel yanı, sunduğu muhteşem müzik şöleni şüphesiz. Piyanonun tuşları, iç dünyamıza yolculuk etmemizi sağlıyor, sanki zor olan her şeyi kolaylaştırıyor ve güzelleştiriyor. Bir yandan da, böyle bir hayatın varlığına bizi inandırıyor. “Neden olmasın?” diyoruz içimizden yükselen çocuğun naif sesiyle. Öyle ya, “neden olmasın?”. Duygularımızı dalgalandıran bu harika müzikleri yapan ve filmin “En Özgün Film Müziği” dalında Altın Küre ödülü almasını sağlayan Ennio Morricone özel bir alkışı hak ediyor.   

“Sanırım siz kara insanları, vaktinizi “neden?” diye sorarak boşa harcıyorsunuz. Her zaman, olmayanın peşinde koşuyorsunuz” diyor 1900, hikayeyi bize, daha doğrusu müzik aletleri satıcısına anlatan yakın arkadaşı trompetçi Max’e. O, bizim kadar merak etmiyor dünyayı. Çünkü nerede başlayıp nerede bittiğini bildiği, iyi tanıdığı bir dünyası var onun. Bunu seviyor. “Sınırlarını bilmediğin bir dünyada kendi sınırsızlığını yaratamazsın” diyor. “Piyano tuşları sınırsız değildir, sen sınırsızsındır” şeklinde yanıtlıyor, “Dünyayı kendin için, kendi gözlerinle görmek istemez misin?” diye soran Max’i. Sınırları belli olmayan bir dünyanın içinde yolunu kaybetmekten korkuyor. “Mutluluğunu, sınırsız olmayan bir piyano çalarak yaşarsın” diyerek ifade ediyor kendi mutlu dünyasını. Çünkü o, 88 tuşlu piyanosuyla kendi dünyasında kendini gerçekleştiriyor. 

Sonra bir gün Jelly Roll Morton geliyor. Cazın babası, “Cazı yaratan adam” o. Yanlış anlaşılmasın, alkışlamaya gelmiyor, tersine meydan okumak ve haddini bildirmek istiyor bu genç piyaniste. 1900 seviniyor onun gelişine, bir ustadan yeni bir şeyler öğrenebilecek olma ihtimaline. Dinlemek istiyor onu, dinlemek ve keyfine varmak. Fakat düello böyle bir şey değil. Hırsla çalması ve kendini göstermesi gerek. Kendi dünyasında bilmediği ve ihtiyaç duymadığı türden bir “olma” haliyle tanışıyor böylece. Gerçek dünyada her zaman bir kazanan, bir de kaybeden olduğunu öğreniyor. Öyleyse kazanmak ve oyunu kurallarına göre oynamak zorunda. Öyle de yapıyor. Ve sınırsızlığını kanıtlıyor. Bir kez daha görüyoruz, dünyayı tanımak ve yaşamak için dünyaya adım atması gerekmediğini. Gerçekten de dünya onun yanından, hatta bazen içinden geçiyor.   

Ama her şeye rağmen müzik onun ilacı. Müzik, 1900 için yaşam demek. Var olmak demek. Bir olmak demek. Aşk demek. Aşkı da tadıyor 88 tuşlu küçük dünyasında. Aşkının müziğini yapışına tanık oluyoruz. Hangimiz aşkımıza müzik yapabiliyoruz kendi “kocaman” dünyamızda? Aşkının peşinden gitmek istiyor 1900. Onu o gemiden indirebilecek tek güç aşk. Fakat o da ne? Son anda geri dönüyor gemiye. İstemiyor o kocaman dünyada küçücük kalmayı. Küçük denizde büyük balık olmayı tercih ediyor yeniden. Hayatına anlam katan her şeyi bu şekilde elde etti çünkü, kaybetmeye niyeti yok. 

1900, o gemide savaşı da görüyor. Hepimiz gibi bir hayat yaşıyor aslında, ne bir eksik, ne bir fazla. Gemiyle birlikte de yok olmayı tercih ediyor. Gemi yoksa o da yok çünkü. Gemi onun yurdu, vatanı, toprağı. Haksız sayılmaz, öyle değil mi?

Sınırlı dünyada sınırsız olmak…Gerçekten de hayatın sınırsızlığı sınırlıyor mu bizi? O yüzden mi ne yapacağımızı, hangi yöne gideceğimizi bilemeden bir o yana, bir bu yana koşuşturup duruyoruz şaşkın ördekler gibi? Her şeyi bilmek, her şeyi duymak, her şeyi öğrenmek iyi geliyor mu bize? Büyütüyor mu? Yoksa dış dünyamız genişledikçe biz küçülüyor muyuz? Gidilecek yollar çoğaldıkça daha mı zor hale geliyor bir yola girmek? Kendi sınırsız müziğimizi yapmak için kendi sınırlarımızı belirlemek mi en doğrusu? Ne dersiniz, düşünmeye değmez mi? 

Tijen Özer